Adli yıl açıldı. Bir süredir Yargı’ya dair düşüncelerimi ifade etmek istiyordum. İyi bir zamana denk getirdim sanırım. Nazari ve mücerret meseleler kimseyi fazla ilgilendirmiyor. Sadece bir kısım hukukçular ve düşün insanlarının sorunu… “Bir kısım hukukçu” ayrımını kasten kullanıyorum. Günlük dilde “teorik ve soyut” olarak karşılığı bulunan “nazari ve mücerret” kavramlarını da… İyileri tenzih ederiz, lakin şimdilerde, eline lisans diploması verdiğimiz mezunların ve onları veren akademisyenlerin de meslekten olmayandan pek farkı kalmadı. Bırakın teorik meseleleri, hukukun kadim ve evrensel ilkelerinden hareket ederek somut ve pratik hadiseler hakkında yorum yapacak hukukçu sayısı bile giderek azalmakta…
Düşünme ve söyleme kelimelerle mümkündür. Hukuk bir bilimse, ki metodolojisi olduğu için sosyal bilim kabul edilir, kelimelerin özel biçimi olan terim ve kavramlara muhtaçtır. Bunları dahi öğrenememiş, üç yüz kelime ile konuşan ve yazan biri hukukçu olabilir mi?
Usul esastan önce gelir. Neden? Hukuk güvenliğini sağlamak için… keyfiliği önlemek için… eşitlik için. Diğer sosyal kurallarda geçerli kabul edilen, işin esasına vakıf olup ona göre değerlendirme yapma, hukuk söz konusu olduğunda ikinci planda kalır. Hakikati ortaya çıkarmak, dolayısıyla adaleti sağlamak ve hakkı teslim etmek için nasıl bir yöntem uygulanacağı önceliklidir. Yoksa karar vericiler, bugün ak dediğine yarık kara diyebilir. Sığ bir düşüncenin ürünüdür şekil ve yargılama seremonisini hukukçuların fantezisi olarak görmek…Bu görevi icra edenlerin belli şekilde giyinmesi, belli yerlerde durması, belli bir sıra ve düzen içerisinde konuşması ya da yazması, usule riayetin görünen biçimleridir. Sonra kılı kırk yaran usul esasları gelir… Gerçeğin ortaya çıkması, hak edene hakkın teslimi ile adalet yerini bulur. Hem birey hem toplum vicdanı mutmain olur. Barış, huzur ve emniyet sağlanır. Ama… bunun nasıl gerçekleşeceğinin, yani yöntemin önceden bilinmesi gerekir.
Hukukun evrensel ilke ve esaslarının bilinmesi ve tatbiki bir başka mesele… Teoriye doğru kaçtık yine! Daha somut yazalım… Doğu ve Batı hukuk sistemlerinde, eylem ve fail arasında bir şüphe vuku bulursa, bunun sanığın lehine olarak değerlendirilmesi esası epey zamandır kabul görmüş bir ilkedir. Yakın zamanda, bir tutukluluğun gözden geçirmesi duruşmasında benzer bir savunmayı ifade ettikten sonra, şimdi bu şüpheli halin nasıl değerlendirilmesi gerektiğini Hâkime sordum. Hâkim gülümseyince ben: “Yıllardır sanığın lehine değerlendirildiğine şahit olmadım da!” dedim. Eminim bu anekdotu okuyan ve sahada görev yapan çok sayıda hâkim, savcı ve avukat meslektaşım da acı acı gülümseyecektir. Zira onlar her gün, yargılamada evrensel ilke ve esasları hiçe sayan uygulamalarla karşılaşmakta ve üzülmektedir.
Sorun nerede? Öyle ya! Karşılaştığımız herkes Yargı’dan şikâyet etmekte… Liyakatsiz ve eğitimsiz yargı mensupları, bir numaralı faildir. Yani bizleriz… İğneyi kendimize batıralım önce… Çuvaldız çok can yakar zira!
Hiç eveleyip gevelemeden söyleyelim: Birkaç masa, sandalye ve tahta ile fakülte kurup, bunların başına genç ve tecrübesiz birkaç akademisyen konularak Hukuk Fakültesi açanlardır asıl sorumlular… Yüksek bir kavrayış ve azmi olanlar yerine, birkaç soru yapabilen her öğrencinin girebildiği bölüm haline getirenlerdir sorumlular… Eli sayfalık ders notlarını okutup, önceden çıkmış sorularla sınav yaparak mezun edenlerdir sorumlular… Hâkim ve Savcılık sınavının sorularını çalıp, ruhu köleleşmiş izansızları kürsüye çıkaranlardır sorumlular… Sınav barajını aşağılara çekip, yandaşlarına cüppe giydirenlerdir sorumlular… Mübaşir alırken sınava tabi tutup, Avukatlık Ruhsatı verirken bilgi ve yeteneğini ölçmeyenlerdir sorumlular… Savcıları soruşturmalarında, Avukatları savunmalarında, Hâkimleri kararlarında baskı altına alanlardır sorumlular… Yargı mensubu hak etmediği halde, sırf emir almaya uygun diye makam tahsis edenlerdir sorumlular… Hukuk Devleti’nde, öncelikle kudret sahiplerinin hukukla bağlı olması gerektiğini bir türlü anlamayanlardır sorumlular… Ben değilim! Kimse o sorumlular…