“Biz iyi bilirdik ama ne çare
Gülmedi yaşarken yüzü bir kere
Misafirdi zaten bastığı yere
Musallada bile emanet kaldı”
Bu dörtlük “İsimsiz Dağların Tanrısı” isimli şiir kitabından. Müellifi M. Bahadırhan Dinçaslan. Şahsen tanımam. Sosyal medyada arkadaş listemde idi. Şimdi değil. İskender Öksüz Hoca’nın yazarı olduğu Milli Düşünce haber sitesinde birkaç yorumunu görünce eklemiştim. Sonra kendisi ile , sanıyorum dijital bir kanalda sohbet programları da yaptı. Bazılarını izledim. Milliyetçi bir kökten. Laik ve Atatürkçü. Türk Milliyetçilerinin “Şamanist” diye ayırdıkları gruptan olsa gerek. Zaten “Seküler Milliyetçinin El Kitabı” diye bir kitabı daha var. Onu bulamamıştım. Rastlayınca bu şiir kitabını aldım.
Şiirleri hece ölçüsünün değişik kalıpları ile yazılmış. İçlerinde hece uzunluğu ve kafiye örgüsü ile halk edebiyatı formunda birkaç şiir de var. Türkçe’nin gramer, sentaks ve fonetik yapısına uyumu nedeniyle halk, hatta tekke şiirine meylimiz vardır. Hiç edebiyattan anlamayanın dimağında bile, Yunus, Köroğlu, Dadaloğlu veya Pir Sultan’dan bir dörtlük mevcuttur. Zira şekli ve edası ile olduğu kadar, manası ile de bizde derin izleri bulunur.
Şiir bir zevktir. Tıpkı diğer sanatlarda olduğu gibi… Eğer sanatı temsil ediyorsa, mutlaka beğeneni olur. Eleştireni de tabii…
Beyefendi’nin şiirlerinde, manayı unutturacak kadar alegori var. Ve tadını kaçıracak kadar sembolizm! Muhayyilesi geniş, entelektüel bir kitle için şiirlerini söylemiş zahir… Kendisi de eğitimi ve müktesebatı ile o zümreden belli… Belki de biz o cenahtan değiliz. Gerekmez… lakin sanatkârın varsa bir ereği, o da anlaşılmamak değildir. Büyük sanatkârların şaheserlerinin çok farkı anlam ve yorumlarında, dehaları gizlidir. Hakiki bir sanatçıya yapılacak zulüm, eserini açıklamasını beklemektir. O hamlesini tamamlar ve kenara çekilir. Esasen faaliyeti de tam bir şuur hali değildir. Gerisi ile muhatapları ilgilidir…
Edip ve yazarlar bazen bir kelimeye takılır. Gider gelir diline dolanır. Şairimiz de “meşum” sözcüğüne neredeyse bütün şiirlerinde yer vermiş. Bilinçaltında nasıl bir karşılığı vardır, bilinmez. Esasen uğursuz anlamı ile tinsel dünyamızdaki karşılığı, hem de ses olarak kulaklarımızdaki tınısı güzeldir. Lakin o kadar çok kullanılması alelade bir hale getirmiş kelimeyi. Buna benzer takıntı halindeki kelime, kavram ve konulara yetkin şairlerde de rastlarız. Makber’in büyük şairi Abdülhak Hamit’te ölüm fikri sabiti, Necip Fazıl ‘da ise ayna sembolü sıkça işlenir. Fakat usta şair, zihnini çırılçıplak sergilemez, bir libasla mutlak örter üstünü…
Şiirde ölçüyü savunan sanatseverler gibi, sözü ayakta tutan bir omurga gibi görürüm ben de vezni. Bir bedende iskelet gibidir ölçü. Lakin hiç kimse vücutta doku ile kaplanmamış bir iskelet görmek istemez. Gözün içine adeta sokulan vezni, şiir kabul etmez. Bunun gibi ses ve mısra benzeşmeleri de, ne gözü ne kulağı yormamalıdır. Attila İlhan “Ben sana mecburum bilemezsin” mısraını, Orhan Veli “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” mısraını abide şiirlerinde epeyce tekrarlar… Bu mısralar kulağınıza üflenen bir ninni, ruhunuzu dinlendiren bir musiki gibi kalır hafızanızda. Bizi asla usandırmaz…
Yine de ahengi ile olmasa da, edası ile bir kıymeti var şiirlerin. Bazı dizelerde yer yer o şairanelik hissediliyor. “Med vakti erişir deniz kudurur” ya da “”Gittin de, gitmedi benden bu bela” mısralarında olduğu gibi… Garip’in büyük ustası, basitliği ile hepimizi şaşırtan o harika dizeleri yazarken, ozansılığı da diğer “şiir putları” gibi kırdığını iddia etse de, şairane söyleyiş şiirin özüdür kanaatindeyim.
Bir münekkit değilim. Ancak edebiyata merakımız bilinir. Dinçaslan’ı eleştiriye değer bir eser verdiği için tebrik etmek gerekir. Zaman zaman sosyal medya ya da sosyal hayatta tanıdığım arkadaşların yazdığı kitapları alıp okuyorum. Bu da onlardan biriydi. Henüz sıcakken yazmak istedim. Başkaları da var tabii. Kimi ulusal kimi mahalli… Okuduklarımın önemli kısmı maalesef, tam bir hayal kırıklığı. Üzerinde konuşmaya bile değmez! Bir gayretin içerisinde oldukları ve emek sarf ettikleri için isim zikretmiyorum. Lakin bir fikri ifade edebilecek kadar dile, kitaplaştıracak kadar yazım bilgisine sahip olmadıkları halde cüretlerine de hayret ediyorum. Hele edebi nesir veya nazım bir eser iddiası varsa, fecaat olarak görüyorum… Heves tamam da ya yetenek?
Şiir diye yazdığınızı Yahya Kemal, öykü diye yazdığınızı Sait Faik, roman diye yazdığınızı Kemal Tahir okusa, kendinizi nasıl hissedersiniz?
Kitap raflarında Kafka ile, Çehov ile, Rilke ile sizin yazdığınız o ucubenin yan yana gelmesini ister misiniz?
İşte sosyal medyada kargacık burgacık, yalan yanlış yazıyoruz… O hepimize yeter! Aynada kendinize bakmadan, kitap yazmak ne ya?