Eskiler: “Kör atın kör alıcısı olur” derlerdi. Şu cihanda, ne kadar ahmakça olsa da, makes bulmamış bir fikir kalmadı. Her zaman ve her yerde bir çılgın ve ona intisap eden heveskârlar oldu. Asıl sır, bu tür saçmalıkların tarihi kırılmalara yol açan kitle hareketlerine dönüşmesinde. Seherde yaprağa tutunmuş bir şebnemin, kendine gök gürültüsü ve yıldırımlar eşlik etse de, kirpiğe düşen bir yağmur damlasının ne hükmü olabilir ki? Bir ekini yeşertmek için serin serin yağmadıktan, ya da kudurup ağaçları deviren bir sele dönüşmedikten sonra…
Hikâye insanla başlar. Bütün hikâyelerde insana dairdir zaten… Şu koca Evren’e bakıp, küçücük cismi ile onu manalandırmak isteyen, insandan başka bir canlı yoktur. Asimov’un masalları ile UFO efsanelerini bir kenara bırakırsak tabii… Materyalistler alınmasın ama bunu aklı ve gönlüyle yapar Âdemoğlu. Birçok canlı ile müştereği olan beyin ve kalbi ile değil! Sanki küçük bir evreni içinde saklar da, keşfedilmeyi bekler…
Olmaz işlerin sevdasını da bu labirentlerde aramak gerekir. Kitle hareketlerine teslim olmak, bir varoluş sorunudur evvela… Ummuş ama bulamamışların son durağıdır yığının bir parçası olmak. Hatta bütün benliğinden vazgeçerek, bu uğurda ölmek... Fanatiklerin mayasında şahsi yetersizlik duygusu bulunur. Memnun değildirler yapıp etmelerinden… Yaşanmaya değer bir hayatları olduğuna inançlarını kaybetmişlerdir. Hüsrana gark olmuş şahsiyetlerini terk etmelidirler mutlaka! Elde edemedikleri kişisel çıkarları, kerihtir artık! Taşıdığı hiçbir duygu, yürüttüğü hiçbir akıl, şahsına ait hiçbir değer asil ve vazgeçilmez değildir! Bu yenilginin faturası tereddütsüz yaşadığı çevreye kesilir. Hatalarını, zaaflarını, yetersizliklerini görmez insan… Kabahat dışarıdaki dünyada olduğu için , onu temelinden değiştirmek gerekir! Değersizliğinden kurtulmanın yolu budur. Bu değersizlik duygusu, hayatı zaferlerle taçlanmış şanslı kişiler için bile mutlak değildir… İddiamız odur ki hepimiz potansiyel fanatikler olarak yaşarız… bir dinin, bir felsefenin, bir partinin, bir inancın ya da inançsızlığın namzetleri olarak. Nerede durman gerektiğini bilmedikten sonra!
Yeni bir dünya ve yeni ümitler tam da bu mümbit toprakta yeşerir. Kendisinde mükemmellik hissiyatını kaybeden fanatik, kutsal bir davada aradığı cazibeyi bulur. Kutsal görevleri, zayıf ve anlamsız hayatlarını tekrar değerli kılar. Şöyle böyle bağlanmakla kurtulamaz fanatik, bayağılaşmış kişiliğinden… Tüm varlığını, hatta canını bile vermediği bir amacı yoksa, tırtılın kelebek olması da imkansızdır!
Naziler akıl almaz vaatlerine başladıklarında, Alman fanatiklerinin dilinde hep o şarkı vardı: “Deutschland Über Alles” Almanya, her şeyin üstünde…
Umum Harpten çıkan Almanların hepsi, Pandora’nın Kutusu’nu açmaya hevesli değildi elbette… Hitler’in deli saçmalarına karşı, aklı başında olanlar, yüksek Alman kültürüne güveniyordu. Olmayacak hayallerin peşine, bu millet düşmez zannediyordu. Orta sınıfın tarih yazmadaki gücünü görmezden geldiler. En alttakiler ve en üsttekiler sessiz kalsa da, III. Reich hayali büyüledi orta sınıfın geniş memnuniyetsiz kitlelerini… O çok güvenilen entelektüel duruş ise, tarihsel misyonuna uygun davrandı! Bir kısmı güçle uzlaştı, gördüğü iltifatın bedelini, diktatörlerine hizmet ederek ödedi. Ünlü Filozof Heidegger gibi… Bazıları
ise sırtını döndü kalabalıklara, ya fildişi kulesine çekildi ya da kaçarak kurtuluşa yöneldi. Biyografi edebiyatının dâhisi Zweig gibi…
Ve yoksulluk! O kahrolası, acınası yokluk… Kimi zaman bütün kötülüklerin anasıymış gibi karşımıza geçip sırıtan o sefalet çukuru! İnsan olma onurunu da içinde eritip tüketen o kör nokta! Ancak dikkat etmek gerekir. Sahip olup kaybedenin yoksulluğudur bu… Hiçbir şeyi olmayanın, kaybedecek bir şeyi de yoktur zaten! En zenginler olduğu kadar, en fakirlerde atalet halindedir. Varlık, kaybetme korkusunu da heybesinde taşır. Yokluk ise bir hiçliğin kucağındadır. İngilizler: ”Tanrı zenginin yardımcısı olsun. Fakir dilenebilir” dermiş. Şeyh Edebali ise damadı Osman Gazi’ye nasihat ederken, üç sınıf insana acınması gerektiğini söyler. Biri de varlıklıyken yoksul düşendir. Zira yoksulluk yeni olduğunda, kezzap kadar yakıcıdır!
I.Reich, yani zenginlik devri, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ile başlar. Servet ve kudreti temsil eder. II. Reich, Alman idealist felsefesinin beslediği, Bismarck ile kuvveden fiile dönüşen dönemdir. Kısa ama azametlidir. Sadece elli yıl sonra Cihan Harbi ile, dizlerinin üstüne düşer Almanya. Büyük bir hüsran, büyük bir hayal kırıklığı…
Versailles’in yerle bir ettiği onurlarını kurtarmak için, Almanların bir ümide, bir vaade ihtiyaçları vardır. Bunu sezer Adolf Hitler… Perçeminden yakalar fanatikleri. Kısa ve kesindir vaadi. Yakındır. Hemen bir adım ötededir. Rezil antlaşma yırtılıp atılacaktır. Yoksulluğun sebebi Yahudi ve komünistler ezilecektir. Kaybedilmiş vatan toprakları ve koloniler geri alınacaktır. Düşünmeye ve öğrenmeye değil, inanmaya ihtiyaçları vardır bu fanatiklerin. Aradıkları bu kesin inancı da bulurlar Nazizm’de…
Modern çağın Firavunu: “Ben Tanrıyım” dediğinde itiraz eden olmadı! Varsa da cılız kaldı… Sesini yükselten fanatikler de, sessiz kalan mülayimler de, nihayet bedelini ağır ödedi.
Bir önceki yazı çok güzeldi bu daha bi güzel olmuş.