Aydın Küstüğünde...

Müzmin bir hastalığa dönüştü bizde, aydının halkına yabancılaşması. Buhran dönemlerinde iyice belirginleşiyor.  Yalnızlaştıkça uzaklaşıyor, uzaklaştıkça hastalanıyor aydın. Sıkıntı ve tedirginlik sarmalına düştükçe toplum, gözler görmüyor, kulaklar duymuyor. Ümitsizliğin kucağında tepindikçe, bozguna uğramış bir ordu gibi darmadağın oluyor. Elindeki borazanın “toplan” sesini, kendi bile işitmiyor aydın. Gerçeklikten kopuş mukadder.
Himaye edilmeye muhtaç aydın. İlgi ve sevgiye aç… Kim onu bağrına basacak? Halk. Hâlbuki yüz yıl geçmesine rağmen, hâlâ ‘Yaban’ olarak görmekte onu… Kendisinden olmayan, uzaktaki ve değersizdir. Tarlasında ayrık otu, kümesinde sansar, yatağında tahtakurusudur. Fırsatını bulduğunda yapışır yakasına hoyrat elleriyle… Hor görür, korkutur, ezer onu… Yokluğa ve yoksulluğa terk eder. İtilip kakıldıkça, ıstırabı arttıkça, daha da iştahı kabarır kitlenin. Linç başlar… Hainlik ve kâfirlikle yaftalanır. Ya kaçmak ya susmak zorundadır. Direnmek tükenmektir. İki yol koyar önüne: Ya nefesini tüketip uçurumdan aşağı yuvarlanacak, ya değerimi alkışlayıp zirveye çıkacaksın! Değer dediği, artık her neyse…

 

 


    İktidar sahipleri daha da gaddardır… Halk buğzeder, devlet dayak atar! Celallenmeye görsün Devletlû… Soluğunu keser adamın. Değil söyleyecek söz, nefes almaya takati kalmaz aydının. Önce nush ile yaklaşır ona. Akıllı çocuk ol! der… Ulufe ve cülus bahşeder. Kendi ihtişam ve cömertliği için kasideler ister. Hatamı görme, yalanımı duyma… Anlasan da söyleme, yazma… Ben kitleleri uyuturken, sen ninni söyle! Kerem ve ihsanda bulunayım, nankörlük etme, der…

 

 


    Baktı ki olmadı, tekdir başlar… Yok sayar, ötekileştirir. Yalnız bırakır, her fırsatta azarlar. Herkese dağıttığını, ondan esirger. Kitlelerin önünde küçük düşürür. Değersizleştirmek için dalkavuklarını seferber eder. Olur olmaz takibat yapar, soruşturma açar. Eşitlik onun için yoktur artık. En tabii ve sıradan talepleri bile ricali devletten geri döner. Sivil ve asker bürokratlar, akademisyenler, biat eden okuryazarlar, etek öpmüş sanatkârlar,  güdümlü gazeteciler,  varlıklı ve hatırlılar vebalı muamelesi yapar ona... Ne bir sohbet, ne bir kare resim, ne de selam kalır. Bilir koltuğun kibirli sahibi; yalnızlık kudurtur insanı…

 

 


    Derken kötek faslına gelinir. Sürgün mü istersin, zindan mı? Hatta bir meczup(!) çıkar, galeyana gelir, dayar bıçağı boğazına… Bu meczup, bazen Sabahattin Ali’yi sopa ile öldüren kaçakçıdır, bazen Bahriye Üçok’u bomba ile parçalayan fanatik. Ya aşırı sağcı, ya da aşırı solcudur. Bazen Ülkeyi karıştırmak isteyen kökü dışarıda mihraklardır. Faili meçhul kalır… Tüm çabalara rağmen bulunamaz o barbar! Bazen de bir zavallı bulunur: İşte budur alçak! denir. Masal da burada biter…

 

 

Muhayyilenizde, sonunu artık siz bağlarsınız.

 

 


    Münevverin korkağı kaçar, akıllısı susar, namuslusu iyice coşar… Bir de kurnazı var ki aptalı oynar! Ama her halükarda hastadır. Safrayı içinde tutamaz, dışarı da atamaz. Günden güne solar, bitap düşer… ve unutmaya başlar. Bu cenk, hem ruhu hem bedenini yorar. Kendini ve kendisine barbarlık eden herkesi unutarak, biraz huzur arar... Hakikati bildiği halde, bilmiyormuş gibi yaşamak, ağır bir bedeldir, öder. Bilerek aldanır yani…

 

 


    Tıpkı Fikret’in mısralarına döküldüğü gibi: “ …Ezeli bir şifadır aldanmak”…


24.08.2024 16:39:23