Murat, “ biraz şaşkın, biraz iğrenmiş” olarak bakar, biraz önce mangalda kül bırakmadan esen, şimdi ise “yılgın bir sokak iti gibi duvarlara sürünerek yan yan yürüyen” herife… Önce hiçbir şey düşünmediğini sanır. Sonra bir yap-boz parçaları gibi düşünceleri toplanmaya başlar ve anlamlandırma tamamlanır. Evliya Çelebi’yi okuyup bir türlü anlayamadığı şeyi bulur sonunda: İnsanları, olayları, fikirleri abartmak!
Usta romancımız Kemal Tahir, Esir Şehir üçlemesinde bir roman karakteri vasıtasıyla dile getirir bu Osmanlı hastalığını. “… Kendini de –elbette- abarttığı için her şeye abartarak bakar bizim insanımız… Osmanlı insanının tabiatı haline gelen bu davranış, ancak başka ölçülere sahip olanlar tarafından anlaşılabilir...” Başlangıcı Sultan Süleyman’ın son dönemindedir. Şu kadar ki Osmanlı’nın en güçlü göründüğü çağda, hazine boşalmış, kanlı iktidar savaşları yaşanmış, medreseler çeteleşip eşkıyalığa soyunmuş, toprak düzeni bozularak iltizam sistemi ile dolandırıcılığa geçilmiştir. Ve devamla:
“… Böyle başlayan çöküş dönemi uzun süre, içten çürüyüp dıştan dünyaya meydan okuduğu için Osmanlı insanını bir bakıma gerçekçi, bir bakıma gerçek dışına düşürmüş olarak dünyaya başka türlü bakan abartıcı bir yaratık haline getirmiştir…”
Kurgu ile kendi yaralarımızı kendimize gösterir sanatkârlar… Kıymetlidir… yine de, kurgudur, der geçebilirsiniz. Lakin tarihsel hakikatler ile yüzleşme kaçınılmazdır. Daha 17. yüz yılda değerli devlet adamı ve vakanüvis Koçi Bey, ünlü risalesinde hastalıklarımızı bir bir rapor etmişti sultana… Çözümleri işe yaramazdı, o başka… Zira çürüme ve yozlaşmanın ancak kanun-ı kadime geri dönüşle mümkün olabileceğini düşünmüştü.
Hâlbuki İskender Hoca’nın pek güzel tespiti ile: “Batı’yı Batı yapan ne makine ne gemi ne matbaadır. Makineyi, gemiyi, matbaayı ihtiyaç haline getiren toplum yapısıdır, siyasi yapıdır…” Bilinmeyen bir maziye yani kadime dönmek, ihtiyaçlarınızı artırıp yeni talepte bulunamayacağınız için, sorunlarınızı büyütmek dışında hiçbir işe yaramayacaktır. Dün dünde kalmıştır… bugün yeni bir gündür ve yeni şeyler söylemek lazımdır. Elimde olsaydı, Prof. Dr. İskender Öksüz’ün Niçin isimli eserini tüm lise son sınıf talebelerine okutur, hatta ezberletirdim. Onları aşılamak ve hastalıklardan korumak için…
28 Mayıs Genel Seçimleri akşamı iki manzaraya çok şaşırmıştım. Biri şehrimin caddelerinde gördüğüm inanılmaz coşku diğer ise Maraş ilinde yapılan araç konvoyu… İlkinde gece yarısı buz gibi soğukta bir kilo kıyma almak için kuyruğa giren yoksul, ikincisinde naaşlarının hâlen yıkıntıların altında olduğundan sızlanan halkım vardı. Oy sandığına attıklarını anlıyordum, zaten yirmi bu kadar senedir aynısını yapıyorlardı. Ancak bu abartılı kutlama neyin nesiydi? Kimi kimden kurtarmışlardı? Kötü bahtları, sandıkla nasıl değişmişti? Anlayamadım…
Yönetimden başlayarak tabana kadar Osmanlı’nın abartı hastalığı devam etmektedir. Teşhisi zor değil… İktidara geldiklerinde Hz. Ömer’in adaletinden bahisle milletvekili lojmanlarını ortadan kaldıran abartılı zihniyet, on yıl sonra ‘Devletin İtibarı’ adına Başkentin göbeğine abartılı bir saray inşa etti. Kitleler, yine abartıyla, her ikisini de alkışladı…
Bir yıl sonra bu sefer mahalli seçimler yapıldı. Demokrasi, eşitlik, özgürlük gibi bir takım değişmeyen ilkelerle, bilinen isimler yine aynı tercihte bulundular. Diğer bir kısım ise, yaşadığı sıkıntılardan olacak, şimdi de muhalefete destek verdi. Genel olarak, yine abartan kesimdir bu… Kendimi tutamadım, söyleyeceğim: Lütfen abartmayın! Attığınız bir oyla ne siz değişeceksiniz, ne de kaderiniz. Süper kahramanların sizi kurtarması, geçmiş masallarda ve Amerikan fantastik sinemasında mümkündür. Unutmayalım… düzen değişir de… neyse, avama bağlamayalım. Yine İskender Hoca ile bağlayalım:
“… Eğer kabahati kendinizde bulursanız sevinin. Çünkü insanın kendini düzeltmesi, hiç şüphesiz, başkalarını düzeltmesinden daha kolaydır…”